mustafa kemal atatürk anıları ve hikayeleri listesi

mustafa kemal atatürk anıları ve hikayeleri listesi için eklenen 19 entry bulunmaktadır.
 
en son bir yetkili düzenledi:

hatay.
1923 yılı mart’ının on beşi pazar günüydü. atatürk, adana istasyonunda trenden inmiş; sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları, “ yaşa var ol!” sesleri arasında yaya olarak kente giriyordu.
yarı yolda karalar giymiş bir kadın kalabalığı göze çarptı; sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı; atatürk’ün önünde durdular. arkalarından bir kız daha göründü ve önüne geçti. hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. bu genç kızın kişiliğinde henüz tutsak bulunan iskenderun’ la antakya'nın türk olan bütün halkı:
“ bizi de kurtar” diye yalvarıyordu.
herkesin gözleri yaşarmıştı, hıçkırıklarını tutamayanlar vardı.
atatürk’ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gibiydi. genç kızın nutku bitince atatürk’ün alnı yükseldi; mavi gözlerinde ve pembe yüzünde bir çelik parıltısı görüldü. her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak:
- kırk asırlık türk yurdu yabancı elinde kalamaz! dedi.
on altı yıl sonra hatay sorunun en heyecanlı günlerinde, hasta ve bitkin olmasına rağmen, hatay'a yakın olmak için tekrar adana’ya gitti. dört saat ayakta durmak, birliklerin geçidini izlemek gibi olağanüstü bir dayanıklılık gösterdi. hatay kurtuldu, fakat atatürk'ü yitirdik.
ismail habib, bu konuyu şöyle bitirir:
“ hatay, hatay! seni kurtaran, aynı zamanda senin şehidin oldu!”

 

ata ve köylü.
bir gün bir köylü atatürk’ün orman çiftliği sınırları içindeki bir tarlayı, kendi tarlasıymış gibi sürüyordu. onu gördüler. uyardılar, dinletemediler. bunun üzerine atatürk'e söylediler.
atatürk denetlemeye çıktığı zaman o tarafa gitti. yanındakiler toprağı sürmekte olan köylüyü göstererek:
-işte budur, dediler.
atatürk yavaş yavaş ona doğru yürüdü; yaklaşınca sordu:
-burada ne yapıyorsun?
köylü gülümsüyordu. son derece sevip saydığımız, fakat asla korkmadığımız bir insan karşısında nasıl durursak köylü de öyle duruyordu. sakin bir sesle cevap verdi:
-tarlayı sürüyorum.
-iyi ama, bu tarla senin midir?
-değildir.
-kimindir?
-atatürk’ündür!..
köylü bu cevapları vermekle suçu kabul etmiş oluyordu. bu itibarla dava kaybolmuş demekti. atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil, haksızlık yapıldığı için sertlendi ve sordu:
-iyi ama, sen başkasına ait bir toprağın ona sorulmadan ve izin alınmadan sürülüp ekilemeyeceğini bilmiyor musun?
köylü hiç telaş etmiyordu. aynı sükunetle dedi ki:
-biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır!
atatürk’ün kaşları çatıldı, büyük bir merak ve hayretle ona sordu:
-bu hakkı nereden alıyorsun?
- çok basit... atatürk bizim babamız değil midir? insan babasının tarlasını sürüp ekerse kabahat mi işlemiş olur?
atatürk’ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan engin bir gülümseme oldu; köylünün sırtını okşadı ve:
-haklısın!.. diyerek uzaklaştı.

 

yunan bayrağı.
atatürk izmir’in kurtuluşunda halkın coşkun gösterileri arasında kalacağı evin önüne gelince, kapının önüne serilmiş bayrağı görünce durdu: bu, ipekten kocaman bir yunan bayrağı idi. üzerine basılarak geçilecek bir yol halısı gibi serilmişti:
kapıdaki kalabalık halk yalvarıyordu:
- buyurunuz, geçiniz. bizim öcümüzü alınız! yunan kralı, bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti. siz lütfedin. bu karşılıkla o lekeyi silin! burası sizin şehrinizdir. bu ev sizin evinizdir. bu hak sizindir.
atatürk, o yerde serili bayrağın önünde, bulunduğu noktada kaldı. çevresindekilere tatlılıkla baktı.
-o, geçmişse hata etmiş. bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak çiğnenmez. ben onun yanlışını tekrar edemem.
bayrağı yerden kaldırttı, bembeyaz mermerlere basarak içeri girdi.

 

iğneciyan ve atatürk.
mustafa kemal’in dostları arasında iğneciyan adında bir de ermeni vatandaş vardı. zengin bir kişidir. sık sık mustafa kemal’i şişli’deki evinde ziyaret etmekte ve kendisine birçok yardımlarda bulunmaktadır.
mustafa kemal anadolu’ya geçtikten sonra bir ermeni örgütü ile ilgisi olduğu iddiasıyla iğneciyan’ı tutuklayıp malta’ya sürüyorlar. tüm servetine el konuluyor.
iğneciyan malta’dan döndükten sonra üzerinde bir elbisesinden başka hiçbir şeyi olmayan fakir bir kişi durumundadır. bir de kızı vardır. yedikule’de bir gecekonduya sığınmışlardır.
atatürk zaferi kazanmış, devlet başkanı olmuştur. devrimler için geceli gündüzlü çalışmaktadır.
atatürk 1927’de ilk kez istanbul'a gelmiştir. bu iğneciyan için iyi bir fırsattır. hem dostunu görmek, hem de uğradığı haksızlığı anlatmak için doğruca dolmabahçe sarayı’na gider. ilgili memura başvurur:
  • ben, gazi hazretlerini görmek istiyorum.
  • sen kimsin?
  • ben iğneciyan... gazi'nin eski bir dostuyum, arkadaşıyım.
memur, iğneciyan’ı baştan aşağı süzer. kılık kıyafeti pek güven verici değildir. bir bahane uydurarak atlatır. birkaç kez daha başvurur, fakat sonuç alamaz.
bir gün de kızını alıp birlikte saraya giderler. o gün sarayın önünde olağanüstü bir hal vardır. motor sesleri, sağa sola koşturan insanlar. bu, gazi'nin bir geziye çıkacağına işarettir.
polisler ve muhafızlar oradan uzaklaşması için iğneciyan’a işaret ederler. o sırada gazi de saray’dan çıkmıştır. etrafındaki insan çemberi arasında otomobiline doğru ilerlemektedir.
o anda iğneciyan’ın kızı fırlayarak insan çemberini yarıp gazi'nin karşısına sokulur. gazi sorar:
- kim bu kız?
kız cevap verir:
  • ben iğneciyan’ın kızıyım.
  • nerede baban?
  • dışarıda bekliyor, sokmuyorlar...
gazi hemen emir verir. iğneciyan’ı huzuruna alırlar. iki dost özlem içinde kucaklaşırlar. iğneciyan başından geçenleri anlatır. gazi'nin gözleri dolu dolu olur. emir verir. gerekli soruşturma yapılır. iğneciyan’ın haklı olduğu anlaşılır ve alınan malları geri verilir.
yıl 1938... kasımın 12’si... atatürk’ün acı kaybına dayanamayan iğneciyan üzüntüsünden ölür.

 

atatürk'ü ağlatan olay.
yıl 1922. 14 ocak gece yarısı. mustafa kemal’in özel treni eskişehir'e doğru gidiyor. bu yolculuk bir kamuoyu yolculuğu olacak ve gazi, savaş sonrası anadolu'sunda bazı şehirlerin nabzını yoklaya yoklaya izmir'e gidip annesini görecek. ve latife'yi.
ama o gece çok sıkıntısı var mustafa kemal’in ve bir türlü uyku tutturamıyor.
ali çavuş kompartımanın kapısı önünde sigara üstüne sigara içiyor. kapıya dayanmış karanlığı seyreder iken bir yandan da kendi kendine mırıldanıp duruyor.
“ bu işin bu kadar çabuk oluvereceğini hiç düşünmedim."
işte, sonunda şifreli telgraf geldi. zübeyde anamızı yitirdik. peki, ne duruyorum. içeri girip onu uyandırmalıyım. ama işe bak, giremiyorum. kıyamıyorum paşama. nasıl derim ki: ‘anamız öldü paşam!’ diyemem. onun yüreği anası için atar. hep söyler. vatanı kurtarmakla anasını kurtarmak aynı anlama gelir onun için. kapıyı açsam, telgrafı uzatsam, ‘paşam sen sağ ol’ desem ‘eyvah demez mi?’ ‘koca vatanı kurtardım ama anamı kurtaramadım demez mi?"
ali çavuş, anlattığına göre birden yerinden sıçramış. içeriden bir ses geliyor. mustafa kemal sesleniyor.
çavuş kompartıman kapısını açıp selam duruyor:
“emret paşam”.
mustafa kemal yatağa oturmuş soruyor telaş ile:
“ne demeye kapıda bekliyorsun sen?”
“uyku tutturamadım da paşam”
“annemden bir haber var mı?”
“az önce bir telgraf geldi dediler, şifreyi çözünce size sunacaklar.”
“boşuna kıvranma ali, benden de saklamaya çalışma. ben haberi aldım.”
ali çavuş bir şey yokmuş gibi durmaya çalışıyor ve merakla soruyor:
“ne olan, ne haber aldın ki paşam? hayır haber inşallah.”
mustafa kemal usul usul anlatıyor.
“az önce dalmışım, rüyamda yeşil bir ovada anamla el ele geziniyorduk. hep olduğu gibi bana bir şeyler anlatıyordu. birden bir fırtına çıktı. bir sel bastırdı, anamızı aldı götürdü. hiçbir şey yapamadım. hiç, hiç!..”
çavuşu bir titremedir almıştı. derken.. mustafa kemal emri verdi:
“çocuk! al getir şu telgrafı, hemen!”
ali çavuş kompartımandan çıkar çıkmaz, çözümü getiren görevliyle karşılaştı.
“ver onu” dedi. “paşamız bekliyor.”
kağıdı aldı, içeri girdi, selam durdu ve: “sen sağ ol paşam” dedi.
“millet sağ olsun.”
gözünden iri bir damla göz yaşı akıvermişti. çavuş “ağlama paşam” diye yalvardı.
“neden? ben insan değil miyim? anam öldü. ben buna ağlarım. ama, ana vatan kurtuldu. bununla da teselli bulurum. benim için ikisi bir.”
işte ben bunun için:
‘bulunur kurtaracak bahtı kara maderini’ diye cevap vermedim mi namık kemal'e? birden mustafa kemal ile ali çavuş birbirlerine sarıldılar ve açık açık, hıçkırıklarla, içli içli ağlıyorlardı.

 

çanakkale geçilmez.
10 ağustos 1915. conkbayırı'nı almak ve bütün boğaza hakim olmak için ingilizler 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere yerleşmişler, hücum anını bekliyorlardı. gecenin karanlığı tamamen kalkmış, tan ağarmak üzereydi. 8. tümen komutanı ve diğer subaylarını çağırdım:
- mutlaka düşmanı yeneceğinize inanıyorum ancak siz acele etmeyin, evvela ben ileri gideyim, size ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birlikte atılırsınız. bu durumdan askerlerini de haberdar etmelerini istedim. hücum baskın şeklinde olacaktı. sakin adımlarla ve süzülerek düşmana 20- 30 metre yaklaştım. binlerce askerin bulunduğu conkbayırı'ndan ses çıkmıyordu. dudaklar sessizce bu sıcak gecede dua ediyordu. kontrol ettim. kırbacımı başımın üstüne kaldırıp çevirdim ve birden aşağı indirdim. saat 4.30 da kıyametler kopmuştu. ingilizler neye uğradıklarını şaşırmıştı. ^^allah allah^^ sesleri bütün cephelerde, karanlıkta gökleri yıkıyordu.
her taraf duman içinde ve heyecan her yere hakim olmuştu. düşmanın topçu ateşi büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. büyük bir şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm, kan akmıyordu. olayı yarbay servet bey'den başka kimse görmemişti. ona parmağımla susmasını emrettim. çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde panik yaratabilirdi. kalbimin üzerinde bulunan saat param parça olmuştu. o gün akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpmışım. yalnız bu şarapnel vücudumla kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi bırakmıştı.
aynı günün gecesi, yani 10 ağustos günü, beni mutlak ölümden kurtaran ve parçalanan saatimi ordu komutanı liman von sanders paşa' ya hatıra olarak verdim. çok şaşırmış, heyecanlanmıştı. kendisi de alıp cep saatini bana hediye etti. bu hücumlarda ingilizler binlerce ölü bırakarak tamamen geri çekildi ve çanakkale'nin geçilmeyeceğini iyice anlamış oldular.

 

atatürk'den harika cevap!
cumhuriyet'in ilanından sonra istanbul'da bir resepsiyon verilir. tüm dünya ülkelerinin elçileri ve ateşeleri de davet edilir. davet güzel bir şekilde devam etmektedir fakat ingiliz ateşesi olan binbaşının bakışları mustafa
kemal'in gözünden kaçmaz. bütün davet boyunca kendisine dik dik bakmıştır ve bakmaya devam etmektedir. ne olduğunu öğrenmek için yaverini gönderir.
yaver mustafa kemal'e şöyle der:
- paşam kendisine neden ters bir tavır takındığını sordum, o da bana mustafa kemal'in çanakkale'de babasını öldürdüğünü söyledi.
bunun üzerine mustafa kemal şöyle der:
- git sor bakalım babasının çanakkale'de ne işi varmış?

 

gazi trene bineceği sırada!

yıl, 1933; mevsim, kış. yer, ankara tiren istasyonu. akşam üstü. gazi, yurt gezisine çıkacak, gar dolup taşıyor onu uğurlamaya gelenlerle. gazi tirene bineceği sırada bir köylü kalabalığı yararak koşa koşa onun yanına ulaşmayı başarıyor, ayaklarına kapanıyor. yaverleri, ilgililer köylüyü tutup götürmek istiyorlar.
"-bırakın!..."
kendisi eğilip kaldırıyor köylüyü.
"-nasılsın yurttaşım?"
"-iyiyim paşam, iyiyim."
"-senin iyiliğine memnun oldum. benden ne istiyorsun?"
"-hayır paşam, bir şey istemiyorum."
"-niçin geldin öyleyse?"
"-seni gördüm, kendimi tutamadım, ayaklarına kapanmak istedim."
"-yok, sen benden bir şey istiyorsun, söyle bana yapacağım."
"-sağlığından başka bir isteğim yok paşam."
"-ben biliyorum senin istediğini, sen benimle kucaklaşmak istiyorsun."
köylü yoksul, üstü başı dökülüyor, üstelik giysileri kirli.
gazi, sarılıyor köylüye, kucaklıyor onu, bağrına basıyor, yanaklarından öpüyor.
o sırada orada kalabalık arasında bulunan feridun cemal erkin diyecektir ki: "etrafıma baktım, herkes mendili çıkarmış ağlıyordu."

 

atatürk; 1930, 1932 ve 1933 yıllarında galatasaray lisesini ziyaret etmiştir. bunlardan ilkinin haberi cumhuriyet gazetesinde manşetten şöyle verilmişti:
'reisicumhur dün harp akademi'sini, mülkiye'yi, harbiye'yi ve galatasaray'ı ziyaret etti.'
ilk ziyaret sırasında lisenin müdürü olan fethi isfendiyaroğlu o günün 'perde arkasını' yıllar sonra bana şöyle anlatmıştı:
‘... müdür odasındayız. reisicumhur, ‘lütfen masamı şereflendirmeleri' önerimi ‘hayır müdür bey! herkes kendi yerinde oturmalı ve oturduğu yeri de hak etmelidir!...' sözleriyle reddettiğinden ben de yanlarında ve ayakta durmayı yeğlemiştim. okul ve öğrenimle ilgili sorularını yanıtlıyorum. kahveler içilirken, içişleri bakanı, yakın arkadaşı ve okulun eski öğrencilerinden şükrü kaya bey, gazi'nin kulağına eğilerek:
harp akademisi, harbiye, mülkiye anladım da niçin galatasaray, paşam, diye soruyor; yoksa siz de bizden misiniz?
  • o da ne demek, çocuk?
  • yani galatasaray'ı mı tutuyorsunuz?
  • ben kulüp tutmam, çocuk... çünkü hepsi benimdir. hem; sivil veya asker toplumun tamamına hizmet veya kumanda edenler bir kulübü tutsalar bile -görev sırasında- bunu açıklamazlarsa isabet ederler. aksi halde, otoriteleri sarsılır ve tartışılır. tefrika (ayrımcılık, nifak) yaratmış olurlar. o nedenle dikkatli olmalarını tavsiye ederim.
kaynakça​
1tevfik fikret ve haluk gerçeği, orhan karaveli, 2005 (istanbul), pergamon yayinlari, isbn: 9759682656

 

Bu listeler ilginizi çekebilir!

 (22) 
üst bottom