aşk yazıları listesi için eklenen 31 entry bulunmaktadır.
 

önünde hasretimi çekeceğin, geceleri eskitip, gündüzleri bekleyeceğin günler var sevgilim. yaşadığım daha doğrusu yaşayıp da anlayamadığım şeyleri sen göreceksin şimdi ...

yorulduğum ama neden yorulduğumu çözemediğim nice günler geçirdim sen varken, ama yokken! benim anlayamadığım o kadar çok şey oldu ki, anlayamadığım için sevdim belki, belki kalbimde olup da yanımda olmadığın için .. dedim ya anlayamıyorum!

zincirlerimi kırıp, yüreğime kanat takıp sevdim seni .. bir ömrü beraber tüketme hevesiyle, seninle, gecesiyle, gelmek bilmez gündüzüyle bu şehrin! tüm benliğimi katıp, istenmeyen her şeyi atıp ...

bu değerbilmezliğin her ne kadar eskitse de yüreğimi, kıyamadım ki senden alıp başkasına vermeye kalbimi. söküklerini dikmeye çalıştığım, yaralar almasına alıştığım bir can taşıyorum içimde artık!

senden kalan!
ya da eski bizden ...

her ne kadar ben de ben kalmasa da, seni hala seviyorum ...
kendimi öldürecek kadar değil, sen istedin diye aşkımı bitirecek kadar!!!

geride olan tek şey, yüreğim ...
ona bile sahip çıkamıyorum artık!
baksana almış başını sana gitmiş ...

 

aşk için bahar. tehlike her yerdedir... vurulursun hiç ummadığın birine. ama öyle çarpar ki kalbin, duracak gibi aldatır seni. bahardan sonra yaz gelir... hepimiz biliriz, sabun köpüğü gibidir yaz aşkları. bence öyle basit değil. henüz silinmedi hiçbirinin yarası benden. aşk gitti ama acısını bıraktı, iz kaldı. güz aşkları mevsimine dönünce dönence, pencereye sinmiş insanlar gelir gözümün önüne. ve yavaş yavaş görünürler etrafta. kimi yaza girerken terk ettiği aşkını, kimi yaz aşkını düşünür. kimi ayrılık planlar ama hala yüreği yanar. kimi terk edilmişliği sindirmeye çalışır. çok azdır taze aşk yakalayan. sanki bir doğum öncesi ölüm gibidir. sonra kış gelir. kimi yüzsüzler yazın hiç aldatmamış gibi eski sevgilisine döner; kimi sadıklar kavuşur... kimi yalnızdır, kimi yorgun... o yorgunlar için kış uykusu başlar... belki de taze baharlara, taze aşklara enerji depolarlar... aşk dört mevsimdir herkesin sözlüğünde. ama nedense bana bu anlattıklarımı çağrıştırmaz. saçmaladım belki de bir paragraf boyu. yalan attım. aslında doğru olsalar bile yalanlardı çünkü, hissetmediklerimi yazdım. ezbere konuştum. aşk, kelimesi içimde gebe olduğum bir kelimedir. her duyuşumda doğum sancısı çeker, doğurmam. ama gözlerimin önüne o gelir. sadece bir bakışına karın ağrıları, suyla yatışmalar. bir tebessüme ömür bulmak. itiraf. saatler süren telefon konuşmaları. ilk duygular, çocuksu güzellikler. ve sonra... nefessiz kalırcasına ağlamalar. izdırap çığlıkları... kış.. kış.. kış.. azap... ve sonunda doğan gün... hemen her mevsim aşık olmuşumdur birilerine... hatta sonbaharda bile... ama onca ufaklı büyüklü sevda içinde, böylesine derinde var olan, böyle yaktı mı iz bırakan, bu kadar çaresiz bırakan, bu kadar arzu illetine hasta eden, bu kadar dizginsiz, sorgusuz, başına buyruk, acımasız, bu kadar bugünsüz sevda görmedim. ve işte hiç biri böyle koyup, böyle yıkıp gitmedi. ondan önce hiç biri içimden bir şey götürmemişti. ondan sonrası zaten götüremez çünkü, götürülecek bir şey kalmadı.. işte o insan, beni aşka karşı böyle kelimesiz böyle hayretli, böyle çaresiz, isteksiz bırakıp gitti.. şimdi ben nefretten bile aciz isem bana bir şeyler borçlu. içimden söküp aldığı bir şeyleri. bana beni borçlu. herkesi seven o sersem yüreğimi.. benden alıp kaçtığı o masum kızı borçlu. bana bir dün, birde yarın borçlu. benim ne günahım vardı da aşk için üç kelime etmekten aciz kalacaktım. benim ne günahım vardı da her mevsim başka meyve yemek varken iştahsız kalacaktım. yoktu elbet günahım.. onunda yoktu ya.. öfkem susmama engel... ama ikimizin de suçu yoktu... suçlu yoktu.. benim mevsimim sonbaharsa, yaza, kışa, bahara dönmez... benim gibilerin nasibi pencere önüne sinip, mazide yaşamak, kendinle kanlı bıçaklı düellolar yapmak... kendinle savaşmak, hırpalamak.. yaptığının farkına varıp, bir de üstüne onun için cezalandırmaktır.

 

geçen yıl bir kız gördüm bizim sokakta. komşuların misafiriymiş. ceylan gibi sekiyordu yakan top oynarken. gözlerimi üzerinden alamıyordum. o da bunu fark etmişti nihayet, o da bana bakıyordu. içim içime sığmadı mutluluktan uçuyordum. sonra nasıl olduysa bir araya geldik tanıştık. artık birini seviyordum ve sevildiğimi sanıyordum. o kadar sevgi gösterisinde bulunuyordu ki aksini söylemek imkansızdı. sabahın köründe sokağa çıkıyor onun da çıkmasını bekliyordum, en azından camdan bana bakıp gülümsemesini... aşk gözümü kör etmişti. varsa yoksa o.
günler haftalar geçti artık kendi evine, yaşadığı şehre gitmesi gerekti. ayrılık o kadar acı veriyordu ki hançer yarası almadan nasıl bir acı olduğunu hissedebiliyordum. aylar geçiyor onun hasretiyle yanıp tutuşuyordum. yaz mevsimi gelse de tekrar gelse, bana gelse elimi tutsa diye özlem duyuyordum. nihayet yazı getirdik büyük özlemlerle. yüzünü gördüm bakmaya doyulmuyordu. hafiften bir gülümsedi, içim kıpır kıpırdı, mutluluktan uçuyordum. sokağa çıkmasını, tekrar ellerini tutabilmenin arzusuyla yanarak sabırsızlıkla bekliyordum. saatler geçti, akşam olmak üzereydi ki geldi. arka sokağa gidelim dedi, bizi görmesinler... gittik, nasılsın, iyim..... derken seni o kadar özledim ki dedim kavuşmanın verdiği huzurla. ''özledin mi? ''dedi ve ekledi'' gerçekten mi''.'' seninle güzel bir arkadaşlık kurduk ama bu kadar bağlanmanı beklemiyordum, hem ben başka biriyle çıkıyorum ama istersen buraya geldiğimde de seninle çıkarım, eğer diğerini kabul edersen'' dedi. başımdan kaynar sular devrildi gözlerim alev saçıyordu.! aklımdan geçenleri anlamış olacak ki yanımdan koşarak uzaklaştı. iyi iki uzaklaşmış yumruğumu duvarlara vururken ellerim kanlar içinde kaldı. artık sevgi diye bir şeyin var olduğuna inanmıyorum. onun yüzünden kalbim taşa döndü sanki. hala duygusal biriyim ama içimde saklı, dışa vuramıyorum bunu. şimdi size soruyorum gerçek sevgi diye bir şey kaldı mı, artık sevgiler ''çıkmak'' denen acayip bir kelimeden mi ibaret?
insan sevmeden nasıl biriyle birlikte olabilir? ''sevmek'' ne kadar güzel bir kelime, ne güzel bir duygu sevmek. neden bu güzel kelime çıkmak diye değişti? içinizde hala sevginin var olduğuna, çıkmak diye bir şeyi kabul edemeyecek duygulara sahip olan var mı?

 

biliyorum konuşacak bir şeyimiz kalmadı, paylaşacak hiç bir şeyimiz yok.
yine de yüreğimden gücümün yettiği yere kadar sana sesleniyorum,
seninle konuşuyorum... bugün sana olan kırgınlığımı rafa kaldırdım,
sevgimi aldım avuçlarımın arasına, ona sığınıyorum... cümlelerimi kısalttım,
kelimelerim buruk, gülüşlerim istenmeyen dudaklarımda...

bir ihtimal gelişine sığındığımı fark ettiysem de, engel olamadım gurursuz
ama umutlu hasretine... bugün gönlümü hoş tutmak istiyorum,
imkansız olan her rüyaya inanasım geliyor... bir çocuk gibi
isteklerimi bastıramıyorum... çalmayan telefonuma elim gidiyor,
sana halen bende olduğunu ısrarla yazmaya çalışıyorum... bende olan seni,
hiç kırmadım, değiştirmedim ve hep korudum desem de, sendeki benin
nasıl olduğunu, gülüp gülmediğini anlamsız bir sıkıntıyla merak ediyorum...

içimdeki güzelliğine inanıp inanmamanı artık umursamıyorum!
üşüyorum, bu üşüme yalnızlığımdan geliyor ve sarıyor her tarafımı...
tutunabileceğim hiçbir güzellik yok, hatırlamaktan usanmayacağım
anılarım dışında... isınabilmek için onlara sarılıyorum...
anlamsız ve cevapsız sorular hınzırca sırıtıyor, ben görmemeye
çalışıyorum... düşler uzak gibi görünüyordu ama yakındı...
belki de görmeyi istemek gerekiyordu... gözlerini aç desem kapatacaksın
ama kapatma gözlerini! kendime bir demet papatya aldım ama bakmadım
falıma... gözlerimi gelişlere verdim, gözlerimdeki hüzün bile seni özlemiş
itiraf etti sonunda... düşüncelerim gururlu, hayallerim ve sevdam değil...
gelseydin, kendimi unutup sana koşacaktım, susturacaktım içimdeki isyanı,
kavgaların ortasında bir güneş gibi doğup ısıtacaktım yüreğini,
sevinçten ağlayacaktım bu defa, mutluyken hemen sarhoş olmuşum gibi,
dokunacaktım, sarılacaktım. ama gelmedin, gelemezdin belki de gelmeye de
hiç niyetin yoktu aslında... kendimi kandırdığımı anladığımda ağlıyordum...

eskiden kimi şarkıların ne kadar anlamlı olduğunu düşünürken, şimdi
ayrılığın ardından çalınan her şarkı umutsuzluğumu ve sevgimi anlatıyormuş
gibi geliyor... sevdiğim ne çok şarkı varmış, bunu senin gidişin gösterdi
bana...
her şarkıda sen varsın, her yerde, her gördüğüm insanda, denizde,
gecede, uykumda... nasıl beceriyorsun her yerde olabilmeyi...
bu bir marifetse eğer, neden benim yanımda değilsin ki?
gözyaşlarım asilliğini yitiriyor ve yenik düşüyorum sevdana...
gittin! belki de hiç gelmemiştin ben, geldiğini sandım... ayak uyduramadım
yorgunluğuna... dudaklarına düşlerindeki öpüşü konduramadım...

kimi zaman bir çocuk oldum gülüşlerinde şımaran, kimi zaman bir kadın;
dokunuşlarında kendini bulan... ama! en çok da imkansızın oldum...
her gelişimde bir kez daha gönderdiğin oldum... inanamadığın, yenemediğin,
üzerinden atlayamadığın korkuların oldum... ağladığın, bağırdığın ya da
sustuğun isyanın oldum, sessizce boşalan gözyaşların, birikmişliğin oldum...
yüreğindeki kadın ben olmak isterken yüreğine sığınan ve tozlanacak olan
bir anı oldum... hak etmediklerin, artık yeter dediklerin ve her şeyin olmak
isterken belki de hiçbir şeyin oldum... söylesene ben gerçekten senin neyin oldum?
sesin hep uzakları çağırıyordu, ben üstüme alındım, sana geldim...
bilseydim, bana ait olmayan bir seslenişi sahiplenir miydim?

şimdi bir mevsimlik aşk kaldı avuçlarımda sadece bir mevsim yaşanan
ama bir ömür gibi gelen aşk... kalbime henüz söyleyemedim gittiğini,
öğrenirse onun da acı çekmesinden korkuyorum... seni halen
benimle biliyor ve seviyor ama ben kalbime ilk defa yalan söylüyorum...
gittin! sevdamın yokluğuna alışabilirim belki ama sesinin uzak yolların
sonunda olması acıtıyor içimi... suskunluğun en büyük silahındı,
suskunluğunla vurdun beni asıl acı olan, canımı acıtan unutulmak...

söylesene unutulmak kime yakışıyor?
unutan sen olsan da sana bile yakışmıyor ...

merak etme, üstüne giydirmedim bu duyguyu, unutulmayan olmak
sende daha güzel duruyor... görüyorsun işte, aşka ve sana ihanet etmiyorum.
benim kırgınlığım aşka... sen üstüne alındın...

 

bir buluşma, her zamanki bildik sahneler ve toplumsal bir yanlış üzerine...

"eyvah, yine geç kaldım. şunu yapmasam olmaz sanki, yağmurda çiseliyor. inşallah bana kızmamıştır" diye düşüne durayım, buluşacağımız yere varmıştım nihayet. kısa bir cep diyaloğundan sonra merve ile buluştuk. beni çok özlemişti anlaşılan. arabaya bindik, moda da denize nazır bir yerde çay içecektik. nihayet bir yer bulunca oturduk, bu saatte ve lodos havada neredeyse bir biz vardık o gündüzleri cıvıl, cıvıl mekanda. akşam karanlığı da çöktüğünden deniz gözükmüyor, sohbetimizi "okey oynayan sigara içen insanlar" konulu manzarayı içeren bir mekanda yapmak zorunda kalıyorduk.

neyse efendim konular konuları kovaladı, saatler ilerledi, hoş bir sohbetti ve saat epey geç olmuştu. merve geç olduğunu ve kalkması gerektiğini söyledi. aslında buraya kadar her şey çok bildik sahnelerdi ve bunu hepimiz hayatımızda birçok kere yaşamışızdır. ama o an defaatle yaptığım bir şey çok dikkatimi çekecekti. masadan kalkıldı, hesap ödenecekti. hesabı tabii ki ben ödedim. ama olayı yavaş çekimde hayalimde şöyle bir canlandırdım. sahnede 3 önemli nokta vardı;

1.masadan kalkarken hesabı ödeyecek kişi olarak gözüne beni kestirmiş olacak ki garson, üzerime doğru hamle yapmış elimi cüzdana atmamı sağlamıştı.

2.merve tarihsel görevimi yapacağımdan emin bir edayla masada hiç oturmamış gibi yaparak olay mahallinden hızla uzaklaşmıştı.

3.kadim erkeklik şuuru etkisi ile ben elimi cüzdanıma atarak atılmış, sonrada muzaffer bir kumandan edasıyla olay yerinden uzaklaşmayı düşünmüştüm. kaldı ki 1. ve 2. şıklardaki sebepler olmasa bile herhalde aynı şeyi yapardım.

bu yavaş çekim gösteriminden sonra düşünmeden edemedim. neden hesabı hep erkekler öder, neden bu görev erkelerden beklenir? ha, sakın ha cimri biri olduğumu falan düşünmeyin. böyle bir pozisyonda hiç ödememdiğim olmadı ama olayın toplumsal boyutunu düşünüyorum ben. toplumda hesabı kadının ödemesine müsaade eden bir erkeğe nasıl bakılır sizce? diyelim bir lokantada yemek yediniz, hesap geldi, hanımefendi nazikçe cüzdanından parayı çıkardı dolgun bir bahşişte bırakarak olay mahallinden uzaklaştı, tüm bu olaylar olurken erkek hayatından memnun ve pişkin bir ifade ile çevreyi temaşa ediyordu. şimdi size soruyorum olaydaki erkek karakter siz olsaydınız bir daha o lokantaya gidebilir miydiniz? oraya gidip de garsonların arasındaki muhtemel konuşmaları göz ardı edebilir misiniz? "- baksana bizim kılıbık gene geldi" ya da "- helal be abi, herife bak hem en ala besleniyor, hem hatuna ödetiyor, valla helal olsun" ya da "- böyle asalak bir herif görmedim ya gene mi geldi o?" , "bu sefer bize ödetmese bari.." şeklinde fısıldaşmalar yapılmayacak zannetmeyin. oysa bence bu durum gayet doğaldır. yemeği yiyen ikisi olduğuna göre her ikisi de ödeyebilir. ancak ben burada hepinizden farklı bir şey düşünüyorum. "bence hesabı çoğunlukla kadınlar ödemelidir." durun, durun hemen kızmayın, peşin hükümlüde olmayın. bu hesap ödemekten kaçan pişkin bir çapkının durumu kurtarma nevinden bir tezi değildir. aslında bilakis çok önemli toplumsal bir gerçeğe dayanmaktadır. inanmayan okusun:

toplumda erkeklerin hesap ödemesi gerektiğine dair yaygın teamül, geçimi erkeğin sağladığı ve maddi kaynak olarak aldığı baskın görevden kaynaklanmaktadır. bu sav belli bir dönem için geçerli gibi gözükse de şimdilerde geçerliliğini yitirmiş gözüküyor bana. neden mi? çünkü artık iş hayatında hem de her kademede kadınlarda boy gösteriyor. giyim, makyaj, estetik gibi fuzuli masraflarını bir erkeğin şemsiyesi altında karşılamayacaklarını anlayan bu güruh hızla iş dünyasına yönelmiş, güzellik ve çekiciliklerini de kullanarak insan kaynakları ve personel almadan sorumlu kişilerin başını döndürmüş, iş hayatına balıklama dalmışlardır. böylece hayatlarını kazanmaya başlamış, fuzuli sınıfına girebilecek bir yığın harcamayı yapma ehliyetini de kazanmışlardır. tüm bunlar olurken, eskiden yani erkeğin para kaynağı, kadının evin hanımı olarak durduğu dönemlerden kalan bir takım alışkanlıkları da terk etmek kadınların işlerine gelmemiştir. artık onlar hem hayatlarını kazanacaklar, hem dilediği gibi harcayacak ve yiyecekler, bol bol yeyip aldıkları fazla kiloları vermek için fitness salonlarına yüklü paralar akıtacaklar. tüm bunlar olurken de basit bir yemek sonrası bile hiçbir şey yokmuş gibi hesabı ödemeye yanaşmayacaklardır. zavallı biçare erkeklik, hesabı garsona ödeye dursun bir yandan kirayı ödemeyi, arabanın masrafını, bilumum faturaları vs. düşünecektir. üstelik bütün bu haksızlıklar olurken kadın haklarını savunan feminizm diye bir yoğurtla göle maya çalınmaya uğraşılmış, erkekler adına bir şeyler yapmak kimsenin aklına gelmemiştir. tabii bir de "kadınlar paralı erkeklerden hoşlanır" fenomeni vardır ki, bu da omuzlardaki yükü daha da ağırlaştırmaktadır. oysa safi erkeklik hiç bir döneminde paralı kadınlardan hoşlanmayı aklına koymamıştır.

evet sevgili dostlar, tüm bunların ışığında önümüzde iki yol görünüyor. ya bundan sonra kadınlar da hesapları ödemeye başlamalılar, ya da iş yerlerine yazacakları nazik bir istifa dilekçesi ile yerlerini erkek arkadaşlarına bırakarak, bundan sonraki hayatlarında hesap ödeme zahmetinden kurtulmalıdırlar.

 

benden, seni anlatmamı isteselerdi, bir yürek anlatırdım içimde koskocaman bir dünya, dünyada kocaman bir fener ve sevgi yolu aydınlatan.
deselerdi yaz onu; yazardım en güzel şiirleri dilsiz istekleri dipsiz kuyu sarınçlarında yuvarlanan aşkları. yazardım parmaklarım morarıncaya kadar yazardım, yüreğim yorulup duruluncaya kadar.
deselerdi çiz onu; çizerdim dünyayı, dünya her tarafı yediveren gülleri yedi renk açan, en mevsimsiz çiçeklerin açtığı nakışlı oyalı özenli bir dünya ve korkardım kendi çizdiğim dünyaya dokunmaya, korkardım çiçeklerin yaprakların solmasından.
deselerdi kim o ?
o derdim o işte yüreğinde deryaları taşıyıp da tek bir dünyalıya konuşamayan, o sınırsız sevgi deryasında yelken açıp giderken sevgisini utangaç kişiliğine gömen biri idi.
ve o derdim;
beni sabahlara kadar kendisini düşünmek zorunda bırakan insafsızın biri. o konuşsa yüreğindeki allı tebessümlerde kaybolurdum, konuşsa yanmadan yıkılmadan söndürürdü beni derdim. sigaram kadar tiryakisi olduğum içkim kadar başımı döndüren, görmediğim kadar özlediğim, özlediğim kadar dokunamadığım, dokunamadığım kadar ürkek...
ve o derdim;
yaşayıp da yitirdiğim değil yaşamayıp da bilmek istediğim, konuşmasını beklediğim kızıl dudaklarına hasretlendiğim, hasreti ile eridiğim, yanımda iken bile özlediğim, gittiği yolu kıskandığım, aydınlık günlerimi aradığım.
o derdim....

 
üst bottom